Renkli Rüyalar Ülkesi; Rusya!

Önyargılarla başladığımız ancak daha sonra çok sevdiğimiz bir seyahat yazısıyla bugün karşınızdayız. RUSYA.

Rusya da nerden çıktı, İtalya’nın kıyıları Fransa’nın Riviera’sı varken diye homurdanırken, pek mutsuzduk en başında. Daha önce hiç gitmediğimiz hiçbir tahminimizin olmadığı bir yerdi Rusya. Bir kere kuzeydeydi. Kulaktan dolma bilgilerle soğuk olur her mevsim soğuktur orası derken, Türkiye’den bile daha sıcak bir havanın bizi karşılayacağını bilmiyorduk tabi.

Rusya rotamız iki duraktan oluşuyor. İlk durağımız St. Petersburg. İkincisi ise, Moskova.

İstanbul-St. Petersburg arası uçakla, 3-3.5 saat arası. Bu seferki yolculuğumuz oldukça huzurlu geçiyor. Eğer sizde benim gibi uçakta uyuyamayanlardan iseniz ya da bir filme uçak korkunuz yüzünden konsantre bile olamıyorsanız bir de sesli kitap dinlemeyi deneyin. Garip bir şekilde sizi etkisi altına alıyor ve zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.

80 Günde Devri Alem. Bilmeyen yoktur elbette ki. Herkes de okumuştur. Birde sesli kitaptan dinledik bu hikayeyi. Kendi seyahatimiz başlamadan Phileas Fogg ve yardımcısının serüveni başladı. İyi ki de başladı, onlar 80 günde dünyayı turlarını bitirmeye çalışıp, maceralarına macera katarken, bir baktık ki uçağımız iniş için alçalmış bile. 80 gün olmasa da 5 günlük Rusya turumuzun da bir roman tadında geçmesini dileyerek adımımızı atıyoruz Rusya’ya.

Ve evet, biz geldik Saint Petersburg!!!

En başta da belirttiğimiz gibi büyük önyargılarla başladığımız Rusya turu, bizi her saniyesinde şaşırttı. Kendisine hayran bıraktı. Herkese öve öve anlatıldı. Birçok kişinin de aklına girdi.

Havalimanından Saint Petersburg arası yaklaşık 1 saatlik bir mesafe hatta daha kısa bile sürüyor. Şehre girince ilk aklımıza gelen, ‘ bir dakika ya burası Avrupa şehri ‘. Saint Petersburg klasik bir Avrupa şehri mimarisinde. Caddeleri, evleri, şehrin tam ortasından geçen kanalı. Hatta bize direk Paris’i hatırlattı. Ama daha asili sanki. Evet Paris başka. Ama çok keşfedilmiş, çok yıpranmış gibi. Yaşlanmış bir şehir sanki Paris. Ama Saint Petersburg sanki 20’lerin başında heyecanlı, yaşanmayı, keşfedilmeyi bekleyen bir genç kızın havasında. Her sokağına girip keşfetmek istiyorsunuz. Her binanın önünde fotoğraf çekinmek istiyorsunuz. Her yerini görmek istiyorsunuz.

Biz Saint Petersburg rotamızı belirlerken, özellikle ‘haziran’ ayını seçtik. Çünkü ‘beyaz geceler’… Haziran demek Saint Petersburg için beyaz geceler demek. Güneşin geç battığı, havanın geç karardığı, hep canlı, hep yaşayan bir dönem. Eğer Saint Petersburg rotası oluşturacaksanız kendinize haziran ayı bunun için en ideal dönem. Biz haziranın başını seçtik. İyi ki de başını seçmişiz. Rusya’nın yılda bir defa olan en sıcak dönemine denk geldik. Hava hep sıcacıktı. Güneş hep bizimleydi. Yaza en çok yakışan hava da ST. Petersburg’u yaşamak unutulmayacak bir deneyim oldu bize. Haziranın sonunda beyaz geceleri yaşamak isteyen ekip bizim kadar şanslı değildi. Onlar daha çok uzun süren gündüzleri yaşasalar da, hava bizim gittiğimiz dönemdeki gibi sıcak ve güneşli değilmiş ne yazık ki. MakroRota ekibi olarak bizim tavsiyemiz; Saint Petersburg’u haziran başında yaşamanız.

O zaman biraz Saint Petersburg’u anlatalım size. Bu genç ve güzel şehir ile tanışmadan önce bir de hikayesini dinleyin. Her yeri sanat kokan bir şehir burası. Kültür seyahati sevenler, sanatı yaşamak isteyenler aşık olacak bu şehre. Tam olarak Kuzey’in Venedik’i doğru olur bu şehri tanımlamak için. 55 kanal, 500’e yakın köprü. Her sokağın sonu bir kanala bağlanıyor.

Çarlık Rusya’sının 200 sene boyunca başkentliğini yapmış bu şehir, Çar Petro tarafından kurulmuştur. Herkes onu Deli Petro olarak bilse de, insanlığa büyük hediyelerinden biridir bu şehir. Rusya’nın ikinci büyük şehri olan St. Petersburg’un her yeri görülmeye değer tarihi yapılarla dolu. Şehirde 200’den fazla müze var.  Başınızı çevirdiğiniz yerde görülmeye değer bir yapı ile karşılaşıyorsunuz. En çok hoşumuza giden özelliklerinden biri tüm sokakları tertemiz. Bütün binaların dış cepheleri orijinalliğini koruyor. Buram buram tarih kokuyor. Şehir merkezinde ne gökdelen var ne de göz kirliliğine yol açacak yüksek katlı binalar. Oh be! diyorsunuz sokakları dolaşırken. Nefes aldığınızı hissediyorsunuz. Hem ruhunuz bayram ediyor hem de gözleriniz.

Herkesin diline efsane olmuş Rus kadınlarına gelince. Hiç de abartıldığı gibi güzel değiller. Son zamanlarda Türk kadınları güzellik konusunda onları sollamış durumda. Ama bakımlılar. Uzunlar. Her saatte o sipsivri topukların üzerinde salına salına yürüyebiliyorlar. Erkekler ise oldukça çirkin. Aslında Rus kadınlarının Türk erkeklerine olan ilgisini anlamak hiç zor değil. Rusya’da ki rehberimiz Rus kadınlarının oldukça çalışkan ve zeki olduğunu, erkeklerinin ise oldukça tembel olduğundan yakınıyor. Bu yüzden Rus kadınları kendi erkeklerini değil de diğer milletlerden erkekleri özellikle kafası çalışan ırkları tercih ediyorlarmış. Rus insanı, kadını, erkeği soğuk! Derdinizi anlatmak da oldukça zorlanıyorsunuz. Hiç biri İngilizce konuşmuyor. Ya bilmiyorlar ya da işlerine gelmiyor.

İlk gün St. Petersburg’a öğleden sonra varıyoruz. Havalimanından sonra arabayla kısa bir şehir turu yaptıktan sonra otelimize gidiyoruz. Otelimiz Nevski’de. Nevski’de otelde kalmak, buraya gelip de konaklanacak en doğru seçim. Burası şehrin kalbi! Tam anlamıyla şehrin tüm rengi, neşesi burada. Rusçası Nevski Prospekt. Dostoyevski’nin romanlarında da ismi sıkça geçen yer işte burası. Ne güzel şey romanlarda okuduğunuz yerleri dolaşmak. O hikayenin içine girmek. O romanın kahramanlarından biri gibi hissettiriyor insana kendisini. İşte sizin romanınız başlıyor.  Şehirdeki birçok turistik yer ya bu cadde üzerinde ya da yakınlarında yer alıyor. Ayrıca cadde boyunca dünyaca ünlü markaların mağazaları ile birçok kafe ve restoran var. İster alışveriş yapın, ister karnınızı doyurun ister tarihi yaşayın. Nevski’de hepsi mümkün. İlk gün Nevski üzerinde kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra kanal turu yaparak günü sonlandırıyoruz. Şehrin birçok yerinden tekneler kalkıyor. Sağlı sollu sizi büyüleyecek birçok mimariyi bu kanal turuyla görebilirsiniz. Ancak teknede oturmaya dikkat edin. Birkaç dakikada bir altından geçtiğiniz köprüler o kadar alçak ki, kafanızı vurma ihtimaliniz çok yüksek. Yaklaşık 1 saat sürüyor. Akşam saatlerinde yaptığımız kanal turu o kadar keyif vericiydi ki, beyaz geceleri tam olarak yaşıyorsunuz. Hava kararmıyor. Hafiften bir esinti. Ne üşüten ne terleten. Kanal üzerinde süzülürken, zaman geçmesine rağmen kararmayan havanın tadını çıkartıyorsunuz. Dostoyevski’nin romanından bir bölüm içerisindeymiş gibi 2019’dan uzaklaşıyorsunuz. Tekne süzüldükçe, siz daha şey gördükçe romana daha çok dahil oluyorsunuz. Seyahatlerin en güzel yanı da bu değil mi? Her gittiğiniz yere ait hissediyorsunuz kendinizi. Gelmiş olduğunuz yerden, zaman diliminden birkaç günlüğüne de dair olsa uzaklaşıyorsunuz. Kendi kıyafetlerinizi çıkartıp, başka kıyafetler giyiyorsunuz. Her seyahatte ‘bugün günlerden neydi’ hissini yaşamayı çok seviyorum.

Teknemiz bizi aldığı ilk yere doğru yanaşırken, havanın hala kararmamış olması bizi oldukça mutlu ediyor. Şimdi sıra otelimizin de bulunduğu Nevski Caddesine doğru yürümek. Yürümek diyoruz çünkü Saint Petersburg’u yürüyerek yaşamak daha güzel. Her sokağındaki eseri görmek, okumak, anlamak tarihe yapılan bir yolculuk. İlk gün Nevski caddesini keşfederek bitiyor. Cadde üzerindeki pizzacılardan birine giriyoruz. Saat 11 olmasına rağmen kararmayan havanın, şehrin ışıklarının tadını çıkarıyoruz. Kuzey’in Avrupası olarak bilinen bu şehir, klasik Avrupa şehirlerinden bile daha Avrupai 🙂

İkinci gün oldukça erken saatlerde başlıyor bizim için. İlk olarak otelimize sadece 3 dakikalık mesafede olan bir kafede kahvaltımızı yapıyoruz. Kahvaltı dediysek bizi idare edecek türden bir şeyler atıştırıyoruz. Alıştık artık. Yurtdışına gelince kahvaltıyı unutuyoruz. Kruvasan varsa, krep varsa e birde İngiliz çayı bulunmuşsa daha ne olsun! Karnımızı hızlıca doyurup kendimizi Neva Nehri’nin kenarına atıyoruz. Suç ve Ceza’yı okuyanlar Neva Nehri’ni zaten biliyordur.  Çok severek okuduğunuz romanda adı sürekli geçen o yeri gidip görmek…. İşte bu duygu çok başka. O an o romanın sizde bir karakteri oluyorsunuz. Ve tekrar okumak istiyorsunuz. Gördükten sonra okumanın tadı da bambaşka! Nehir kenarında dolaşmak çok keyifli. Dün tekne ile gezerken gördüğünüz binalar süslemiş nehir kenarını.

Neva Nehri’nin kenarındaki yürüyüşten sonra yürüyerek, Aziz İshak Katedrali’ne geliyoruz.  St. Petersburg’un en büyük Rus Ortodoks katedrali olan Aziz İshak Katedrali, mimarisi ile hemen etkisi altına alıyor sizi. Yapımına 1818 yılında başlanmış ve tam 40 yıl sürmüş bu katedralin. Açıkça söylemek gerekirse çok fazla kilise katedral gezmeyi sevmeyen yapımız olmasına rağmen, buraya ba yı lı yo ruz!!!  Hem içi hem dışı oldukça etkileyici. İçeriye girdiğiniz an duvardaki resimler sizi etkisine altına alıyor. Özellikle kubbesinin yapımında 100 kilogram saf altın harcandığını duyunca bakmaya doyamıyoruz ne yalan söyleyelim. İhtişamın somut olarak karşılığı ile karşılaşıyoruz. Tamamen görsel bir şölen. Katedral, kendisiyle aynı ismi taşıyan Aziz İshak Meydanı’nda yer alıyor. Etraf oldukça renkli. Hani Sultanahmet Meydanında başına fes geçirmek, Osmanlı kıyafetleri giymek çok popüler ya. Heh işte burada da eski dönemin çar ve çariçelerinin kıyafetlerini giymek oldukça ilgi çekici. Bunu ticarete dönüştüren Ruslar, çar ve çariçe kıyafetleriyle sizi selamlıyor. Onlarla fotoğraf çekinmek ve çekmek paralı. Aziz İshak Katedralinden sonra St. Petersburg’u yürüyerek keşfetmeye devam ediyoruz. Ve şimdiki durağımız; Stroganov Sarayı. Nevski Caddesi üzerinde yer alan bu saray, Baron Sergei Grigoriyevich için inşa edilmiş. Şehrin önde gelen, en varlıklı ailelerinden biri olan Stroganovlar’ın uzun süre yaşadığı bu saray, şimdi müze olarak misafirlerini ağırlıyor. Oldukça da talep görüyor. St. Petersburg öyle bir şehir ki, adım başı saray, müze, katedral var. Düşünsenize İstanbul’da adım başı bina, inşaat orada ise saray ve müze… Burada bulunan tablolar oldukça ilgi çekici. Diğer saraylara göre daha sessiz, sakin ve küçük. O yüzden sakin sakin her odada vakit geçirebilirsiniz. Stroganvov’dan sonra birkaç dakikalık bir yürüyüşün ardından kendinizi Kazan Katedrali’nin önünde buluyorsunuz. Katedral yarım daire şeklindeki mimarisiyle, Avrupa’da ki yapılara oldukça benziyor. Hatta birçok kişi Roma’da ki Aziz Petro Katedralini anımsattığını söylüyor. Birçok gelinin fotoğraf çekimi için tercih ettiği bir yer. Mimari yapısı hepsinde olduğu gibi(!) burada da muhteşem.  Şehri işgal ede Napolyon’a karşı büyük bir zafer kazanan Mihail Kutuzov’un mezarının bulunduğu bu katedral günümüzde hem turist hem de dinini yaşamak isteyen insanları ağırlıyor. Kazan katedralinden sonra hazır ayağımız katedral kilise gezmeye alışmışken bir başka olağanüstü, Rus stiliyle dekore edilmiş, rengarenk kubbeleriyle sizi kendisine çeken Yeniden Diriliş Kilisesine gidiyoruz. Burası hikayesiyle de çok etkileyici. Halk adında Dökülen Kan adı ile bilinen bu kilise adın da anlayacağınız üzere kanlı bir hikayeye sahip. 1881 yılında Çar ikinci Alexander’ın suikaste uğradığı yere yapılan 5 kubbeli bu kilise, çarın tam da o ölümcül darbeyi aldığı yere yapılmıştır.  En yüksek kulesi 81 metre olup suikastın gerçekleştiği tarihi ifade ederken, 67 metre uzunluğundaki 2. kubbe de çarın öldüğü yaşı simgelemekteymiş. Tabi insan bu hikayeyi duyunca bir ürpermiyor değil. Kiliseler bizi hep ürkütmüştür. Nedense hep Exorcism filmlerini aklımıza getiriyor. Ne kadar görsel şöleni fazla olursa olsun hep bir ürperti ile geziyoruz. Burasıda o ürpertiyi en çok hissettiğimiz kiliselerin başında oldu. Hikayesinden mi etkilendik bilmiyoruz ama kilisenin içi de oldukça karanlık ve kasvetli. E kilise, katedral turumuz bugünlük yeter deyip, Saint Petersburg’un en önemli, en merak edilen, en turist çeken yerine gidiyoruz. ‘Ermitaj Müzesi’.

Ermitaj Müzesi, öyle birkaç cümleye sığdırılabilecek bir yer değil. Buraya yazacağımız hiçbir şey orasının güzelliğini, atmosferini anlatamaz. Louvre Müzesi’nin Rusya’daki karşılığı. Belki çok daha güzeli. Evet! Bu kadar iddialı konuşuyoruz ama Ermijat Müzesi öyle bir güne sığacak bir yer değil. Günler ayrılacak bir yer. Müze gezerken en sevdiğimiz şey ne biliyor musunuz ? Oradaki eserleri görmek evet çok etkileyici ancak o eserleri inceleyen insanları izlemek daha da etkileyici. Dünyanın her yerinden gelen insanlar ve onları gözlemlemek. Hem tarihi öğreniyor hem de insanları keşfediyorsunuz. Her eserde başka bir yüz keşfettik. Her eser tarihten bir ana götürürken bizi, başka insan yüzleriyle de tanıştırdı.

Ermitaj Müzesi, üç milyondan fazla sanat eserine sahip bir müze. Düşünebiliyor musunuz tam 3 milyon eser!!!  Leonardo Da Vinci, Raphael, Rembrandt, Rubens, Michelangelo, Van Gogh, Picasso ve Matisse gibi sanatçıların eserlerinin sergilendiği bu müzenin tamamını gezmek için en az üç senenizi ayırmanız gerekmektedir.

Dünyanın en büyük ve en eski müzelerinden biri olan Ermitaj Müzesi, 1754 yılında Büyük Katerina tarafından kurulmuş. Peki kim bu Katerina? Dünyanın en güçlü kadınlarından biri. Katerina (1729-1796) Alman asıllı olup, 3. Petro ile evlenmesinin ardından hayatını Rusya’ya adamış bir isim. Tarihte Çariçe II. Katerina yada Büyük Katerina olarak da geçmektedir. Orta kademe bir Alman prensin kızı olarak doğmuş, Rus Ortodoks kilisesini benimsemesi ile kaderi değişmiştir. Rusya’nın zamanla her şeyini benimsediği tek efendisi olmuş, 34 yıl yönettiği bu erkek egemen ülkeyi Deli Petro’nun bıraktığı yerden alarak dünyanın önemli güçlerinden biri yapmıştır. Eğitim ve kültüre büyük yatırımlar yapmış, aralarında Voltaire ve Diderot’unda olduğu, devrin önde gelen aydın ve düşünürleriyle yazışmalar yapmıştır. Zaten ona Büyük Katerina adını verenin Diderot olduğu söylenmekteymiş. Bugün onun topladığı tüm eserler de işte bu Ermitaj’da sergilenmektedir. Kurmuş olduğu müze, şu an dünyanın en büyük müzeleri arasında yer almaktadır.

Ermitaj Müzesi, Rus imparatorlarının eski ikametgahı olan Kış Sarayı da dahil olmak üzere altı tarihi yapıdan oluşan büyük bir komplekse sahiptir. Ana müze kompleksindeki altı binalardan beşi, yani Kış Sarayı, Küçük Ermitaj, Eski Ermitaj, Yeni Ermitaj ve Ermitaj Tiyatrosu’dur. Ve bu alanların hepsi ziyarete açıktır. Yabancı turistlerin giriş bileti, Rusya ve Beyaz Rusya vatandaşlarının ödediği ücretten daha yüksektir. Ermitaj Müzesi binaları İmparatorluk ailesi de dahil olmak üzere yaklaşık bin kişiye ev ve işyeri olarak hizmet etmiştir. Asalet, görkemli resepsiyon ve eyalet ve hükümet yetkilileri için yapılan törenler de dahil olmak üzere bu binalarda birçok etkinlik düzenlenmiş. Ermijatj, Rusya’nın en büyük ve önemli sembollerinden biri.

Ermitaj’a biz üç saatimizi ayırıyoruz ancak demin de söylediğim gibi müzede bulunan bütün eserleri görmek için üç senenizi ayırmanız gerekiyor. Üç saatlik bir süreçte gördüklerimiz bizi tatmin etmese de karar veriyoruz Ermitaj için tekrar St. Petersburg’a geri geleceğiz. Ermitaj’ı gezerken eserlerin önünde durup, o eserler hakkında yorum yapan, suratları şekilden şekile giren insanları izlemek de günün en keyifli anlarından oluyor. Birçok tarihe damga vurmuş sanatçının eseri ve onları farklı duygularla inceleyen dünyanın değişik  yerlerinden gelmiş turistler. Müze gezmek kimine göre sıkıcı bir aktivite olsa da, bizce çok renkli bir rota.

3 saatlik Ermitaj gezisi sonrası ne mi yapılır? Elbette ki harika, lezzetli bir yemek yenir. Ermitaj’a kısacık bir yürüme mesafesinde olan turistik tipik bir Rus Restoranında öğle yemeği yiyoruz. La Russ. Yemeğimize Borscht çorbası ile başlıyoruz. Denemeyenler için kesinlikle önerimizdir. Rusya’ya gelipte bunu içmemek Türkiye’ye gelip de döner yememek gibi. Yemeğe daha sonra Rus Salatası ile devam ediyoruz. Evet bizim altın günlerimizin başrol oyuncularından olan Rus Salatası. O kadar benimsemişiz ki, servis edilince aa bizim salatamız desek de aslında onların salatası kabul edelim… Ama biz sanki daha güzel yapıyoruz ne bileyim!  Daha sonra ana yemek olan Stroganoff eti ile devam ediyoruz. Çok bayıldık mı hayır. Ama karnımız doydu mu? Koca bir evet. Tatlı ise bir top dondurma yemeyi tercih ediyoruz. Atmosferi oldukça hoş ama daha da önemlisi çalışanlarının güler yüzü ve hizmet kalitesi. Ermitaj’ın yorgunluğunu üzerimizden attıktan sonra, sıradaki rotamız acaba neresi?

St. Petersburg tam olarak sanatı iliklerinize kadar hissedeceğiniz bir şehir. Adım başı sanat, adım başı saray ve müze… Buraya sanatı yaşamaya geldik hem de güneşin batmadığı günlerde. Ermitaj ve La Russ’da ki yemek sonrası otelimize dönüyoruz. Otelde biraz dinlendikten sonra gece için hazırlanmaya başlıyoruz. Çünkü bu gece Opera Gecesi!!!. Sanatın en güzel yaşandığı şehirlerden biri olan St. Petersburg’da, Kuğu Gölü Balesini izlemek… Sanırım sanatseverler için bundan daha özel bir gece olamaz.

Kuğu Gölü Balesi neredeyse dünyanın her yerinde sahnelenmiş bir eser. Biz de bu eseri, Alexandrinsky Theatre da Carlo Rossi’nin direkötrlüğünde izlemek istedik. Hani eski filmlerde böle balo sahneleri vardır. Bayanlar kabarık elbiseler giyer. Kocaman bir salon vardır. Heh işte öyle bir salona adım atıyoruz. Romanlardan, eski filmlerden fırlamış gibi burası. Kuğu kadar zari, büyüleyici bir mekan. Kırmızı ve altın varaklı süslemelerle kendinizi Büyük Katerina’nın davetlerine gelmiş gibi hissediyorsunuz. İki saatlik Kuğu Gölü Bales’sini böyle ihtişamlı bir salonda izlemek sanırım hiç unutulmayacaklar listesine girdi zihnimizde.

Bale sonrası, etraf hala aydınlık. Güneş hala batmamış. Sen ne güzel şehirsin St. Petersburg. Ne kadar zarifsin. Hep ışıl ışılsın. Hep insana kendisini özel hissettiriyorsun. Opera binası Nevski Caddesi üzerinde. O yüzden yürüyerek otele dönmeyi tercih ediyoruz. Odaya geldiğimizde hava hala aydınlık.

Güneşin hiç batmadığı şehirler ne güzel… St. Petersburg’da ikinci gün biterken, şimdiden yeni yerleri keşfetmenin hayali içerisinde uykuya dalıyoruz.

St. Petersburg yazımızın birinci kısmı sona ererken, ikinci kısmımızı da okumayı unutmayın. Keşfedecek yeni saraylar, müzeler sizleri bekliyor. St. Petersburg’un en lezzetli çiğ börekçisi de yazımızın ikinci kısmında.

Eğer beğendiyseniz, lütfen paylaşınız...

admin admin

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir